31 Aralık 2010 Cuma

2011

Batman'a geldim, yerleştim, gezdim ve beğendim. Bu telaş içinde blogumla fazla ilgilenemedim. Ama yılbaşı için bir mesaj yayınlamak istedim. Ve 2011'den hepimiz için booool şans diliyorum, herkesin dileklerine kavuşmasını ve 2011'in 2010'u aratmamasını da diliyorum. Sağlık diliyorum, mutluluk diliyorum, barış diliyorum.

İyilikler ve güzelliklerle gel 2011:)))

7 Aralık 2010 Salı

BATMAN

Şimdi acaba ben o "Yarasa Adam"dan mı bahsedeceğim yoksa ülkemizin güzide şehirlerinden biri olan Batman'dan mı?

Malumunuz üzere atama bekliyordum ve atandım. Hem de Batman'a:) Neden hem de? Çünkü Batman benim ilk tercihimdi. Yani tercih ettikleri arasında ilk tercihinin gelmesi mutlu ediyor insanı. Mesela ÖSS'de 8. tercihime yerleşmiştim, ilk öğretmenlik atamasında 12. tercihimdi Adilcevaz. Şimdi ilk tercihim geldi. Mutluyum. Darısı bütün atama bekleyenlerin başına.

Batman'a daha önce gitmiştim birkaç kez, nisbeten güzel ve büyük bir şehir. Buradaki ev arkadaşım geçen yıl şubatta atanmıştı oraya, o sebeple ziyaret etmiştim. Şimdi yine beraber olacağımız için ayrıca mutluyum.

Ne diyeyim Allah buradaki günlerimi aratmasın. Bekle beni Batman yarın oradayım.

6 Kasım 2010 Cumartesi

SIMURG; OTUZ KUŞUN ÖYKÜSÜ

Efendim, vakti zamanında sadece kuşların yaşadığı bir memleket varmış. Kuşlar kendilerine bir padişah seçmek istemişler. Sormuş soruşturmuşlar; padişahın Kafdağı denilen uzak, çok uzak bir diyarda bulunduğunu öğrenmişler. Padişahın adı da SİMURG imiş... Kuşlar, hep birden Simurg'a gitmeyi, onun önünde diz çökmeyi ve ona kavuşmayı dilemişler. Önlerinde çok çeşitli engeller, dik vadiler ve aşılması güç dağlar varmış. Fakat bir kez karar vermişler, ölmek var dönmek yok diye. Kafdağı'nın ardına ulaşmak için topluca yola koyulmuşlar. Yolun yarısına gelmeden kuşların çoğu ölmüş. Simurg'a ulaşabilmek için, önlerinde daha aşılması zorlu yedi engel varmış. Bu yedi aşamayı da atlatmak için kuşlar çok gayret sarfetmişler. Bütün arzuları Simurg'un huzuruna ulaşabilmekmiş. Çetin bir savaş vererek ve binbir türlü zorluklarla karşılaşarak bu yedi alanı da geçmişler. Kuşlardan pek azı hayatta kalabilmiş. Sonunda Kafdağı'na ulaşabilmişler. Ulaşmışlar ama, gel gör ki, milyonlarca kuştan geriye sadece "otuz" kuş kalmış. Onlar da can çekişmekteymiş. Bir de bakmışlar ki, Kafdağı'ndaki Simurg, aslında kendileriymiş! (Simurg, Farsça otuz demekmiş.)

Taşkın Tuna, "Oku" Ama Neyi  kitabından alıntıdır.

26 Ekim 2010 Salı

İSTANBUL HATIRASI - AHMET ÜMİT

Polisiye severim, hatta Agatha ablamızın bir sürü kitabını okumuştum.

Ahmet Ümit'in de birkaç kitabını okudum. Bu kitabı da polisiyevari, güzel, zevkli, heyecanlı ve sürükleyiciydi. Yalnız Ahmet Ümit'in değişik bir tarzı var gibi, öldürülenler kesinlikle ölümü hakeden insanlar, ama ölümü haketseler de öldürenler cezasını çekmeli gibi.

Bab-ı Esrar kitabında da sanırım böyle kötü insanların ölmesi söz konusu idi.

Heyecan severlere, tavsiye edebileceğim bir kitap; İstanbul üzerine, İstanbul'u sevenler üzerine, İstanbul için cinayet işleyebilenler üzerine güzel bir kitap. Bu arada İstanbul ve tarihi hakkında da pek çok şey öğrenebileceksiniz.

5 Ekim 2010 Salı

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ


Şarkısını da severdim, tabi ya Erkin Koray o farklı sesiyle ne de güzel yorumlamıştı.

Ama ya dizisi, sevilesi, ibret alınası bir dizi.

Benim bir televizyon dizisini buraya taşımam ise, bu hikaye benim hikayem diyebilecek kadar senaryosunun benim yaşadıklarımla örtüşmesi. Zannediyorum 3. bölümüydü bugünkü. Tek düşüncem kendi hayat hikayemi sanki bir senariste anlatmışım da o da bu hikayeyi televizyona taşımış. O kadar tanıdık yani. Evimizin en küçüğü kardeşimin de adı Osman, tıpkı filmdeki gibi, bu kadar olur.

İzlesem mi, izlemesem mi bilemiyorum. Çok gerilerde kalmış, üstünü zorla kapattığım, taaa gerilere ittiğim hatıralar canlanıyor bir bir. Bir zamanlar yaşadıklarını tekrar izlemek tuhaf geliyor insana, hele bu yaşadıkların hala seni derinden etkiliyorsa. Düşünün ki izlemek bile tuhaf geliyor, peki ya yaşamak.....

Ez cümle oradaki herbir karakterin bundan sonra nasıl yol alacağını da tahmin edebiliyorum. İzleyip görecez, herbirinin nasıl dağılacağını ve dağıtacağını.

11 Eylül 2010 Cumartesi

YENİ ŞEHİR KOKUSU

Ne demek şimdi bu diyebilirsiniz, anlamsız da gelebilir hatta. Fakat evet benim için gittiğim her yeni şehrin ayrı bir kokusu vardır. Bu kokuyu ilk oraya gittiğim zaman ve oradan ayrılacağım zaman alırım.

Malumunuz tam 1 sene önce öğretmen olarak Adilcevaz'a sözleşmeli olarak atanmıştım. Buraya ilk geldiğimde biraz önce bahsettiğim bir yeni şehir kokusu algılamıştı beynim. Bu sene kadroya geçmek için başvurdum, tercihlerimi yaptım ancak bilin bakalım ne oldu? Bu KPSS' de kopya iddiaları yüzünden atamalar ertelendi. İşte Bitlis Adilcevaz'ın kokusunu bugün tekrar algıladı beynim. Bundan çıkarttığım sonuç, atamakar yakındır:)))

 Benim gibi bekleyen herkese Allah yardım etsin.

17 Ağustos 2010 Salı

DOĞUM GÜNÜM


15 Ağustos benim doğum günüm. Evimizin bahçesinde ailem ve arkadaşlarımla mütevazi bir kutlama yaptık. Ablamın hazırladığı devasa boyuttaki pasta sanırım gündüzü oruçlu geçirdikten sonra en güzel hediye idi.

Bir de hep içimde kalmıştır, ben lise yıllarımda hiç doğum günü kutlayamamıştım. Okullar tatil olduğu için arkadaşlarımın çoğu da tatilde olurdu. Aslında, hala yaz çocuğu olmanın verdiği sıkıntıyı yaşıyorum, bakınız resimler.:)))

30 Temmuz 2010 Cuma

DADALOĞLU ŞENLİĞİ

Evet dostlar tatildeyim, üstelik ilk bir ayı da bitirdim rüzgar hızıyla. Geçen Pazar günü ma aile Dadaloğlu Şenliğindeydik. Kayseri'nin Tomarza ilçesinin en eski adı Taf, sonraki adı Özlüce şimdiki adı ise Dadaloğlu olan kasabasında yapılır bu şenlik her sene.

Avşar demek, öz Türk demek, Avşar demek vatanına milletine bağlı demektir. Direk Kayı Boyunun bir koluna bağlıdır Avşarlar. Malum Dadaloğlu da bir Avşar ozanıdır. Şiirlerini öz Türkçe ile yazmış bir Avşar Beyidir. En bilinen şiiri ise

Avşar Elleri

Kalktı göç eyledi avşar elleri

Ağır ağır giden eller bizimdir

Arap atlar yakın eyler ırağı

Yüce dağdan aşan yollar bizimdir



Belimizde kılıcımız kirmani

Taşı deler mızrağımın temreni

Hakkımızda Devlet Vermiş Fermanı

Ferman padişahın dağlar bizimdir



Dadaloğlum yarın kavga kurulur

Öter tüfek davlumbazlar vurulur

Nice koç yiğitler yere serilir

Ölen ölür kalan sağlar bizimdir
 
Şimdi diyeceksiniz ki bu nasıl vatan sevgisi, Devlete, Padişaha baş kaldırmış bu ozan diye. Bu olayın da farklı sebepleri var sayın dostlar ve yine bunun altında yatan sebep vatan sevgisidir.
 
 
Atatürk resmiyle beraber Dadaloğlu'nun at üzerinde elinde sazıyla resmedilmiş posteri.
 
 
Bu sene yerel yönetim el değiştirince onu konuğu olarak Sn. Kılıçdaroğu geldi. Ama korumalarının çokluğundan net bir foto alamadık.
Santçımız Latif Doğan'dı.



Halk oyunları ekibi Avşar Halaylarını sergiledi.

Şenliğe gelince, bu sene o kasabanın belediye başkanı farklı bir partiden seçilince şenliğin tarzı da değişmiş haliyle.

29 Haziran 2010 Salı

MİMLENMEK

Buralardan, yakınlardan bir dost bir meslekdaş beni mimlemiş. Severek kabul ettim mimi, bu da benim ilk mimlenişim. Mimlenmek ilk duyuşta kötü bir şey gibi gelse de blog dünyasında anlamı biraz daha değişmiş.

Mimin konusu "kelimeleri okuduğunuzda ilk aklınıza gelenler"

Felsefem : Asla vazgeçme

Hayat : Senin yaşamak istediklerin

Çocukluk : Çok uzaklardan birçok anı

Güneş : Işıltı

Gözler: Buğulu yeşil

Yıldızlar: Yalnızlık

Güzellik : Baktığın yere göre

Sevgi : Bulması zor

Aşk : Elde ettiğinde biter

Müzik : Klasik Türk Müziği

Dost : Yıllar geçse de kaldığın yerden devam etmek

Para : Zaruri ihtiyaç

Zaman : Herşeyi unutturur

Savaş : Barış

Ağlamak : Acı

Deniz : Van Denizi :))) (bu arada Van Gölü artık iç deniz olarak kabul ediliyormuş)

Ayna : Vazgeçilmezim.

Ben de bu mimi bu bloğu açmama vesile olan Laf Sandığı ve Made by Mine ' ye gönderiyorum.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

KINIYORUM


Evet kınıyorum, şiddetin her türlüsünü, savaşı, şu üç günlük dünyada, dünyayı herkese zehir eden yaratıkları kınıyorum. Orantısız güç kullanımı, yeni yeni sözcük dağarcığımıza girmiş bu cümleyi bize ayan beyan anlatan, yaşatan İsrail'i kınıyorum. Filistin'e yaptıkları yetmemiş gibi, oradaki mazlum halka yardım götüren gemiye saldırma cüreti gösteren alçakları kınıyorum. Duyarlı olalım lütfen, hepimiz kınayalım, yapabildiğimiz kadar. Yoksa haksız yere öldürülen, yerlerine el konulan zavallı insanlar birgün bizden hesap sorarsa biz ne deriz? İnsanlığımızdan utanmaz mıyız?

26 Mayıs 2010 Çarşamba

GÜNEŞİN YÜKSELDİĞİ YERLERDEYİM

Geçen haftasonu esti ve şöyle bir tur atalım dedik bu bölgede. Görülmeye değer, gezilmeye değer yerlerdi. Kısa bir zamana o kadar çok yeri sığdırdik ki, belki bir daha gelme şansızmız olmaz diye. Ez cümle yorucu fakat çok güzeldi:)) Şimdi başlıklar halinde anlatmaya başlayacam, tabii bir kaç da resim ekleyecem, hadi iyi seyirler.

DOĞUBEYAZIT İSHAK PAŞA SARAYI

Nasıl anlatılır ki, babam buraya defalarca gelmiş ve bize defalarca anlatmıştı bu sarayı. Bana da görmek nasip oldu doğunun en ucundaki bu olağanüstü yapıyı. Kapanmasına son 15 dakika kala yetiştik, çekebildiğim kadar fotoğraf çektim, birkaçı aşağıda.






MURADİYE ŞELALESİ:

Çok güzel bir manzara, çok güzel bir yer. Burayı ve üzerindeki köprüyü Vizontele filminden hatırlarsınız. Tek kelime olağanüstü.








BAK HELE BAK

Bilyorsunuzdur, Van Kahvaltısıyla da ünlü bir şehirdir. Burası da Van'da bir kahvaltı salonu; ismi "Bak Hele Bak". Sahibi inanılmaz bir adam, müşterilerinin arasında dolaşır ve fıkralar anlatır veya bilmeceler sorar, bilmeceyi bilen kişiye de hediyeler verir pardon atar. Yani adamın tarzı bu, kendisi ayakta dolaşır soruyu sorar, doğru cevaplayana elindeki hediyelerden atar. Eğer yolunuz Van'a düşerse mutlaka burada kahvaltı yapın, hem olağanüstü bir kahvaltı yaparsınız hemde çok eğlenirsiniz.

Üzerimdeki lila şal, boynumdaki kolye ve bilezik verdiğim cevaplardan sonra bana atılan hediyelerden:)


ERCİŞ - BALIK BENDİ

Burası dünyada sadece Van Gölünde yaşayabilen İNCİ KEFALİ'nin yumurtalarını bıraktığı yer. Suyun üzerinde akıntıya karşı zıplayan balıkları görüne şok oldum, her ne kadar bu olayı TRT'nin hazırladığı bir belgeselde izlesemde, gözlerimle görünce çok bi ilginç geldi.


Buraya bu olaydan dolayı Balık Bendi diyorlar. Bu nehir Van Gölüne dökülüyor. Yani Balıklar göle değil, bu bende bırakıyorlar yumurtalarını. "Bu arada ben balık çok sevmeyen biri olarak, bu İnci Kefalinin tadını pek beğenmedim ama göl çevrsinde yaşayanlar bu balığın tadına bayılıyorlar."



Tabi gezimiz buralardan ibaret değildi, Van şehir merkezini, Edremit'i ve Doğubeyazıt'ın merkezini de gezdik. Kısmet olursa onların da fotoğraflarını yayınlayacağım.

16 Mayıs 2010 Pazar

AHLAT - HARABE ŞEHİR


Kayalar oyularak ev haline getirilmiş. Sanırım bu Türkiye'de bir zamanlar yaşamış olan Ermenilerin ortak mimarisi; çünkü Kayseri merkeze bağlı Konaklar köyü olarak bilinen ve eski adı "Germir" olan bir köy var. O köyde de aynı mimari bulunmakta ama sonradan oraya Türkler yerleştiği için oyulan kayaların önüne birkaç göz oda yapılıp kullanılmış. Germir köyü deyince aklıma şu bilgi geldi, ünlü Amerikalı yönetmen Elia Kazan'ın bu köyde doğduğu biliniyor ve Elia Kazan'ın, Zülfü Livaneli ile birlikte Kayseri'ye gelip bu köyü gezdiğini hatırlıyorum.

Bu yapı da sanırım ibadethaneleri olsa gerek, çünkü bu şekilde süslü başka bir giriş yoktu. İçi de diğerlerine nazaran değişik tarzda ve daha yüksek bir tavana sahip, duvarlarında da sanırım mum koymak için özellikle oydukları kovuklar bulunuyordu. İçerisi çok karanlık olduğu için fotoğraf çekemedim.
Bu da evlerden birinin iç görüntüsü.
Bu pencere ya sonradan açılmış ya da restore edilmiş.

Bu köprü de Ahlat'a Selçukluların bir hediyesi, tabi günümüze kadar kalabilmesi için restore edilmiş.

Haftasonu gezimizi Ahlat'a yaptık yine, bu sefer "Harabe Şehir" adını verdikleri bir bölgeyi gezdik. Eskiden Ermenilerin yaşadığı yer olan bu bölge şu anda boş ve adından da anlaşılabileceği gibi harap bir halde, resimlerden ne demek istediğimi anlamışsınızdır.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

CANIM ANNEM

Şu saat itibariyle "Anneler Günü"ne girmiş bulunmaktayız annem ve ben senden kilometrelerce uzakta, senin hayallerini gerçekleştirmekteyim. Hep istedin öğretmen olmamı, bunun için beni büyüttün ve okuttun. Nihayet istediğin oldu ve beni senden bu kadar uzağa gönderen bu asil göreve başladım.

Düşünüyorumda ne çok uğraştın bizim için, hele de benim için. Sen mutlaka okuyacaksın dedin, her okuldan bunalıp yanına geldiğim zaman. Elime valizimi tutuşturup "az kaldı kızım" diyerek yolladın beni tekrar okula, hem de sana ne kadar düşkün olduğumu bile bile. Beni buraya yollarken bile "Kızım ağlama bak ben çok mutluyum, bak ben ağlamıyorum" dedin, ben hıçkırarak ağlarken. Ne sağlam bir annesin sen, aslında sen de üzülüyordun ama belli etmiyordun biliyorum.

İstediğin oldu annecim, bak buralara geldim görevimi yapıyorum. Ama sen yoksun, benim sana düşkünlüğüm azalmadı hem de hiç. Ama yoksun işte, yanımda değilsin. İnsan ne kadar büyüse de annesine olan düşkünlüğü azalmıyormuş demek.

Peki ben senin bu yaptıklarının, bu fedakarlıklarının karşılığını nasıl veririm. Beni dünyaya getirdin, büyüttün, emek verdin, beni ben yaptın, ayaklarımın üstünde durmamı sağladın annem. Ne çok şey borçluyum ben sana, nasıl öderim, hangi birini öderim? Annelerin hakkı ödenmez derler ya annecim, ne kadar doğru, ödeyemem hakkını.

Güzel annem, ne çok isterdim yanında olmayı, dizine yatmayı. Rabbim sana uzun ve güzel ömür versin annem, seni başımızdan eksik etmesin. Sen herşeyin en iyisine en güzeline layıksın. Bugün için sana ne alsam, ne yapsam, senin yaptıklarının yanında lafı dahi edilemez.  Annem canım benim Rabbim inşallah seni çok daha fazla mutlu etme şansı verir bana.

Bu blogdan sana ancak gül armağan edebiliyorum. Kabul et annem. Seni çok seven kızın.....

7 Mayıs 2010 Cuma

GELİN BURALARA, GEZİN VE GÖL'ÜN BİRBİR RENGİNİ GÖRÜN

Bu cami ile ilgili bir yazımda yanlış bilgi vermişim. Özürlerimle birlikte düzeltiyorum. Bu caminin mimarı Mimar Sinan ve dolayısıyla bu camii Osmanlı Döneminde yapılmış.

Farkedebiliyorsunuz değil mi Turkuaz'ı, göle mavi de diyemiyorum yeşil de.

İşte gökkuşağı ve benim çirkin yüzüm.

Baharın gelişiyle birlikte burada neredeyse aralıksız yağmur yağıyor. Yağmuru çok severim, neden bu kadar çok yağıyor diye serzenişde bulunmamamın nedeni bu. Seviyorum yağmuru, arınma gibi geliyor, bereket gibi geliyor. Yağmur yağarken resim çekemedim ama gökkuşağını yakalayabildim.

Çok ciddiyim, gerçekten gelin buralara, bazen bir manzarayı görmek pek çok şeye değiyor. Belki İç Anadolu insanıyım, denize olan uzaklığımdan bana bu şekilde geliyor olabilir ama hergün veya bazen her saat renk değiştiren bu göl, kendisini ziyarete gelenleri pişman etmez. İnanın bana :)))

6 Nisan 2010 Salı

YİNE KADIM AL SAHIR

Bldiğiniz üzere ben Kazim Seher hayranıyım, buraya onun bir videosunu daha ekliyorum. Şarkısının adı "Al hob al mostahil" yani "İmkansız Aşk". Bu da yine beim favori şarkılarımdan biridir.

BURUK ACI

Bugün TV'de Türkan Şoray ile Tanju Gürsu'nun oynadığı Buruk Acı filmini izledim. (Malum haftaiçi 2,5 gün evdeyim) Buruk Acı şarkısını bilirsiniz, sözlerini Tükan Şoray'ın yazdığını da.

Aklıma hemen 2 sene önce konservatuardan arkadaşlarımla birlikte gittiğimiz bir kafede 6 aylık eğitimden sonra ancak o kadar çalabildiğimiz udlarla Buruk Acı şarkısını çalıp söylemiştik. Sizinle de paylşmak geldi içimden:))

SIKILDIM YİNE


Hareketli bir hayattan bu şekilde durağan bir hayata geçmek ilk başta yıllarca özlemini çektiğim bir şeydi. Şimdi ders saatlerim toparlandı ve ben 2,5 gün evdeyim. 2 gün de haftasonu, oooh değmeyin keyfime. Ancak Adilcevaz gibi küçük bir ilçede sosyal hayat sıfır olduğundan, kendimi temizliğe, kitaplara vermiş bulunmaktayım. Yakında alim olup çıkacam o olacak:)


Yine kaçasım geldi, bir yerlere gidip ortam değiştiresim. Yaz tatiline daha çok var. Yazın planlarım var ama yaza kadar nasıl dayanacağımı bilemiyorum.


Öğretmenlik gerçekten güzel bir meslek. Mesleğimden sıkılmış değilim, öğrencilerimi seviyorum. Aslında tek sorun şu görev yaptığım yer heryere, herşeye uzak.


Buraya kendi sınıfımın bir resmini ekliyorum. Bu resmin adı "Öğretmen Hallerim" olsun.

5 Nisan 2010 Pazartesi

NİHAYET PİRAMİTLER

Bu pozu o kadar çok hayal etmiştim ki.
Resim çektiğim yerden arka tarafa döndüğünüzde manzara bu, düşünün bu evlerden birinde oturduğunuzu, hergün sabah perdelerinizi dünyanın yedi harikasından birine açıyorsunuz.








Bloğumun adı "Hayalleri ve Mısır" ama ilginçtir, Mısır denince ilk akla gelen şeyin yani Piramitlerin resimlerini eklemekte nedense hiç acele etmemişim, ne tuhaf.. Piramitler şöyledir, şu kadar binyıl önce yapılmıştır, bunlar şunların mezarlarıdır felan filan gibi bilgiler yazmayacağım. Zaten herkesin bildiği veya ansiklopedilerde kolayca ulaşılabilecek bilgiler bunlar. Ben oradayken ne hissettiğimi kısaca özetleyim, kendimi küçücük, bir nokta kadar ufacık hissettim. Bu taşların azameti altında ezildiğimi hissettim. Ufff ya yine özledim.

12 Mart 2010 Cuma

HATŞEPSUT YA DA HATSHEPSUT




Bloğumun adı Hayallerim ve Mısır ama uzun süredir Mısır hakkında yazmıyorum. Bu biraz bilinçli biraz da yoğunluktan ara verdiğim bir durum. İsterseniz size neden bilinçli olduğunu anlatayım; çünkü ben Mısır'ı çok özledim, daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim hani. Bir tarafım orada kalmış gibi. Gitmek istiyorum fakat gidemiyorum. Bu durum beni hayli üzmekte, bundan dolayıdır ki, resimlere bakıp veya orayı anıp üzülmek yerine anmamayı tercih etmiştim.

Ama artık yazmak, anmak ve üzülmek istiyorum.
Evet konumuz Hatşepsut; gitmeden önce hakkında çok şey bilmiyordum. Mısır'ın ilk kadın firavunu olan Hatşepsut, mimariye en fazla önem veren firavun olarak biliniyor. Size daha net bilgi vermek amacıyla Vikipedi'den faydalanıp, yazıyı buraya ekliyorum;

Hatşepsut veya Hatçepsut; Eski Mısır'da 18. Hanedan döneminde hüküm sürmüş kadın firavun. Annesi Ahmose (Ahmos/Yahmos) babası I. Tutmosis'dir (Tutmos/Akheperkhare).[1][2] Hatşepsut'un iktidarda bulunduğu zaman dilimi konusunda çeşitli görüşler vardır. Bunlara göre: En erken M.Ö. 1503 yılında iktidara gelmiş ve en geç M.Ö. 1445 iktidarı son ermiştir.[2]
Üvey kardeşi, babasının Mutnefert'ten olan oğlu II. Tutmosis ile evlenmiştir. II. Tutmosis’in ölümünden sonra hatşepsut kız evlat doğuramamanın vermiş olduğu başarısızlık hissi ile tahtı üvey oğlu III. Tutmosis’e kaptırmamak için dönemin baş rahibi ile bir anlaşma yapar. Ve kendini firavun seçtirir
Evli oldukları dönemde kocası bir dansöz olan Aset`i 2. eş olarak almıştır. İkinci eşle aynı zamanda hamile kalan Hatshepsut 2. kız çocuğunu, Aset ise ilk oğlan çocuğunu doğurmuştur. Bu çocuğu kendi çocuğu gibi seven Hatşepsut, kızlarının kendisinin aksine çok narin kızlar olmasından hoşlanmamıştır.
Uzun süren hakimiyet yılları boyunca barışçı bir politika izleyen Hatşepsut yalnızca isyan bastırmak için sefere çıkmıştır. Aset`in oğlu Tutmose III ün vezirini ve arkadaşlarını öldürmesi üzerine zehir içerek intihar ettiği iddia edilse de bu konuda herhangi bir delil yoktur. Pek çok kaynak Hatşepsut'un kemik kanserinden vefat ettiğini savunur.[2]
Hatşepsut'un, yaklaşık 22 yıl süren iktidarı sonrasında yerine III. Tutmosis geçmiştir.[3]
Tarihte adı kayıtlara geçen ilk kadındır. Mısırın güneyinde bulunan Punt topraklarının keşfedilmesi için on emir vermiştir. kraliçe olduktan sonra bir kral gibi giyinmiş ve takma sakal kullanmıştır. Çünkü çeşitli törenlerde takma sakal kullanmak firavunların geleneğidir.
Hatşepsut her firavun gibi beş ayrı isme sahiptir. Bu beş farklı isim doğum adı, taht adı, Horus adı, Nebty adı ve Altın Horus adı altında toplanır.
Doğum adı: Khnumt-Amun Hatshepsut: Khnumt-Amun: Amun'a bağlı olan. Hatshepsut: Asil kadınların önde geleni Taht adı: Maat-ka-ra: Ra'nın ruhunun adaleti/doğruluğu Horus adı: Wesretkau: Ruhların(Ra'nın ruhlarının) gücü Nebty adı: Wadjrenput: Yılların gelişimi Altın Horus adı: Netjeretkhau: Görünüşün ilahiliği
Hatşepsut'un Dair-El-Bahri'deki tapınak-mezarı Atatürk'ün Anıtkabri'ne mimari yönden ilham kaynağı olmuştur.

Bahsedilen tapınak mezarın birkaç fotoğrafını ekledim. Umarım hoşunuza gider.
Bu arada eklemek istediğim bir konu daha var. Luksor'a gidene kadar hiç Türk'le karşılaşmamıştım. Burada ben fotoğrafları çekerken bir Türk'ün sesini duydum, "şöyle çek, şuna bas" felan diye. Benim için güzel bir süpriz olmuştu. Tatil için kısa bir süre dahi gitseniz, yurtdışında kendi memleketinizden biriyle karşılaşmanız bazen bayağı duygusal olabiliyor:))

9 Mart 2010 Salı

KİTAPLAR

Yeniden merhabalar,

Bu yazımda size özel sektörde çalışmam sebebiyle, aslında çok sevdiğim ama fırsat bulamadığım için üzerine düşemediğim kitap okuma sevdamdan bahsetmek istiyorum.Ne de olsa artık ben bir öğretmenim ve özel sektöre göre kendime daha fazla zaman ayırabiliyorum. Çok sayıda kitap okudum şu son 5-6 ayda. Burada sizlerle okuduğum bazı kitapları paylaşmak istedim.

Ayrıca şundan da bahsetmek istiyorum, belki herkes aynıdır. Bir kitabı bitirdiğim zaman hemen bir diğerine geçemiyorum, önce 2-3 gün bitirdiğim kitabı özümsüyorum sanırım ya da 2-3 gün benim üzerimde etkisi devam ediyor. Ama son okuduğum kitaptan sonra hemen yeni bir kitaba başlamak istedim, çünkü bu son okuduğum kitabın etkisinde kalmak istemedim.

Öncelikle "Yüzüncü Ad"dan bahsetmek istiyorum. Malumunuz Amin Maalouf'un yazdığı. Evet ben bir eleştirmen değilim, ama bir okur olarak okuduğum kitapları eleştirebileceğimi düşünüyorum. Belki ukalalık gibi olabilir, ne de olsa dünya çapında tanınmış bir yazar.

Bilhassa bu kitabı okuyanlara anlatmak isterim derdimi. Şimdi kitabı elinize alıyorsunuz, konu çok güzel hatta çok ilginç, anlatım sürükleyici, konu bir zamanlar Osmanlı Devleti'nin hakimi olduğu topraklarda ve Anadolu'da geçiyor, bu da ilginizi ikiye katlıyor. Peki, bir kitabın (yani Allah'ın yüzüncü adından bahseden bir kitabın) peşinden giden bir adam, yanında iki yeğeni, bir hizmetlisi ve yanında bulunuş amacı farklı bir bayanla kitabın yarısından fazlasına geliyorsun. Sonra değişik sebeplerden dolayı bunlarda birer birer ayrılıyorsun onlardan. Yalnız unutmayınız lütfen kitabın yarısından fazlasında bu diğer 4 kişiden, hayatlarından fazlasıyla bahsediliyor. Sonra kitabın sonuna bu adamı tek başına bırakıyorsun. Peki sormazlar mı adama bu diğer 4 kişi ne oldu diye. Kitabın sonunda bu 4 kişinin akıbeti ile ilgili herhangi bir bilgiye yer verilmemiş. Peki, o dönemde birçok tehlikeleri göze alıp peşine düştüğün kitabı sonunda buluyorsun, neden açıp okumuyorsun. Madem açıp okumayacaktın, okuyucuda neden bu kadar merak uyandırdın kitapla ilgili.

Aynı yazarın Semerkant romanını okudum ondan sonra, kopuk kopuk bilgiler anlatılıyor Ömer Hayyam'la ilgili, Hasan Sabbah'la ilgili. Ondan sonra Ömer Hayyam'ın kendi yazdığı bir nevi günlük ve araştırmalarına dair olan El Yazması bir kitabın peşine düşüyor yine kahramanımız. Tam buluyorsun ve sonra kaybediyorsun, kitabı bulmanda sana yardımcı olan Prensesi de akabinde kaybediyorsun.

Sonra Jack London'ın Martin Eden romanını okudum. Klasik bir "azimli olursan yapamayacağın şey yok" kitabı. Ama Jack London kitabı tasvirleriyle o kadar boğmuş ki gerçekten bazı bölümlerinden sıkılıyorsunuz.

Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar'ını okudum. Şemsi Tebrizi konu edilmiş. Mevlana ile ilgili bölümleri de var. İlginç bir kitap, Elif Şafak'ın Aşk romanını da okumuştum ve Bab-ı Esrar'la çelişen bazı noktaları var.

Tarihi romanlardan Ömer Hayyam, Alamut: Güvercin Gerdanlığı ve Alamut'a Dönüş'ü okudum. Hasan Ali Sabbah ile ilgili bayağı bilgi edindim. Ancak yine Ömer Hayyam, Nizamülmülk ve Hasan Sabbah ile ilgili okuduğum kitapların her biri farklı işlemiş konuyu. Mesela bir kitapta Ömer Hayyam, Nizamülmülk ve Hasan Sabbah'ın medreseden sınıf arkadaşı oldukları ve ilerde kim ünlü biri olursa diğerine yardım edeceğine dair birbirlerine söz verdiklerini yazıyor, başka bir kitapta Hasan Sabbah, Ömer Hayyam'la bir handa karşıaşıp arkadaş olduklarını yazıyor. Yani net olarak bu üç kişi arasındaki asıl tanışıklığın nereden geldiğini çözemedim.

Gelelim son okuduğum kitaba; Elif Şafak'ın "Baba ve Piç". Dün gece bitirdim kitabı, bazı bölümlerine çok kızdım, bazı bölümleri çok ilgimi çekti ama sonu beni mahvetti. Gerçekten üzüldüm, sonu başka türlü bitebilir miydi ya da bitse bu kadar etkiler miydi bilmiyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki okunası bir kitap. Romanda geçen brçok şeye katılmasam da tavsiye edeceğim bir kitap.