28 Ağustos 2014 Perşembe

TUHAF İNSANLAR - KENAN HULUSİ

Bayılıyorum bu tarz yazım türlerine, Yine bir okul kitabında karşıma çıktı. 10. veya 11. Sınıf Edebiyat kitabında bu metni okudum ve sizlerle paylaşmak istedim. Bakalım sizin de hoşunuza gidecek mi ? Bilhassa Edebiyat severlerin beğeneceğini umuyorum.
TUHAF İNSANLAR

Koca bir vapur yolculuğu bir düğme için zehir oldu.
Anlatayım :

Bazı küçük şeyler vardır. Mesela, yeni cilalanmış bir masa, parlatılmış bir cam, sivri bir kadın çenesi yahut yıkanmış bir köpek.... Ne kadar büyük bir irade kuvvetiniz bütün bunlara dokunmadan edemez, cilalanmış masanın parmaklarında, yeni silinmiş camda, küçük kadın çenesinde elinizin şimdiye kadar değmediği bir alem, yepyeni bir dünya bulacağınızı zannedersiniz.

İlk dakikalarım vapurda çok iyiydi. Hiçbir şeyle ve hiç kimseyle meşgul değildim. Kendimi bütün yanımdakilere karşı kapamış, bir köşeye çekilmiştim. Bütün bu istirahatimi, birinci mevki sigara salonu ile yemek salonu arasındaki koridorda küçük bir gezinti alt üst etti. Birdenbire, sağ taraf duvarında bir konsol saati büyüklüğündeki bir alet gözüme ilişmişti.
Üzerinde yazılı olan kelimeleri size de birer birer okuyayım :
YANGIN MUHBİRİ
CAMI KIRINIZ
DÜĞMEYE BASINIZ

Muhbir büyük bir sükunet içinde duruyordu. Cam bir muhafazadaydı. Adeta insan yahut hem cinsi olan eşyalardan tecrit edilmiş, havasız bir hale konulmuştu. Fakat tam ortasındaki siyah düğme! İşte bu her dakika, kendine dokunacak bir parmağı karşılamaya hazır bir vaziyette, gözleri açık ve sabırsızdı. Hatta o kadar açıktı ki aman Allah'ım küçükken tanıdığım bir kızın bir böcek ayağı kadar gergin kirpikleri kadar açıktı. Bir defasında annemi sormak için misafir geldiği zaman, ince bileklerinden içeri çekmiş, kendi küçük odama kapayarak, bütün çırpınmalarına rağmen arka üstü yatırarak kirpiklerindeki sivri böcek ayaklarını birbirine değdirinceye kadar onu ciyak ciyak bağırtmıştım. Bu hatırlayış doğrusunu söylemek lazım gelirse benim için hiç de iyi olmadı. Hemen elimi uzatmak, camı bir saniyede kırıp bu uykusuz yangın muhbirinin üzerine bütün kuvvetimle basmak ve herşeyi ayağa kaldırmak istedim.

Vapur 17 mil üzerindeydi. Açık bir hava vardı. Bir tarafımızda büyük Midilli adası, coğrafya derslerinde çizdiğimiz haritalara benzemeksizin devam ediyordu. Haritalarda belki de bir saniyenin onda birinde imal ediverdiğimiz ada, saatler saati uzundu. Şundan dolayı söylüyorum ki vapurda her şey sakindi. Kamarotlar işsiz bir şekilde gidip geliyorlardı. Yani bir adamın ne yaptığının farkındaydılar.

Öğleye kadar yangın muhbirinin önünden yüz defa gidip geldim! Ara sıra koridorda kimse kalmıyor gibi oluyordu. Derhal camı kırmak ve parmağımın bütün kuvvetini bu açık gözlerde yoklamak fırsatını kazanıyordum. Fakat uzun boylu ve kıvırcık saçlı biri, belki de bir müzisyendi, mütemadiyen ön ve arka sahanlıklarda karşıma çıkıyor, bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Adeta orta kamaraların arasına rastgelen koridorda, garip bir köşe kapmaca oynamaya başlamıştık. Yalnız bir saniye geldi ki, müzisyen ikinci koridorda kaldı. Bir daha gözükmedi. Nakavt oldu.

Yemeğe kadar herşeye rağmen tek başıma kalamadım. Yemeği herkesten daha evvel bitirmek, dışarı fırlamak istiyordum. Aksiliğe bakın ki bu sefer de  İzmir'e çıkacak bir tütün tacirinin karın ağrısı tuttu. Yemeğe gelmedi. Bunu bir tarafa bırakınız. Sigara salonundaki iskemlelerden birisini sağ koridora, yangın muhbirinin karşısına çekti. Oturdu.

Öğleden sonra kendi kendime şunu düşündüm. Yangın muhbirinin önünden bir defa geçmek ve sinirlerimi yoklamak! Belki diyorum, ilk tesiri kalmamıştır. Hızla fırladım, ellerim cebimde şiddetle ona doğru yürüdüm. Aynı vaziyette duruyor, gözleri bir karış açık bir halde avaz avaz bana kafa tuttuğunu işitiyordum.

Gece oldu. Vapurun bütün pencereleri kapandı. Üstelik camlara mukavvalar geçirildi. Işık maskeleme tertibatı alındı. Fakat ne yapayım ki koridor maskelenmedi. Bununla beraber kamarama çekildiğim zaman saat on buçuktu. İki saat sonra kalkmayı düşündüm. Koridorlar boş olacaktı. Bütün yolcular birer ikişer zaten çekilmişti. "Tam fırsat" diyordum. Kamaramdan yavaş yavaş çıkacak, her ihtimale karşı alt koridorla merdiven taksimatının başındaki telefonları açık bırakacak sonra ara koridorda yangın muhbirine doğru sokularak cama küçük bir vuruşla...

Birdenbire müthiş bir feryat vapuru bastı. Pijama pantolonumdan bacaklarımı henüz sokmuştum ki kamara kapısını hızla açtım. Bütün başlar alt koridorun kaloriferle boğulacak kadar sıcak sükunetine, sakları üstünde eğilen birer ayçiçeği kadar eğilmişti:

- Aman, dedim. Belki bir torpil yedik arkadaşlar...
Bir kamarot hızla geçiyordu:
- Hayır, dedi. Yangın zili çalıyor. Bütün koridorda koşuşmalar oldu. Birinci, ikinci mevki yolcuları birbirine girdi. Herkes yangını soruyordu. Acaba kazan dairesinde mi? ....kaptan köşkü mü yanıyor? Banyo dairelerinden biri mi ateş aldı?

Pijamanın üstüne alelacele pardösümü geçirdim. Yukarı koştum. Bir polis birini yakalamış, kaptanın odasına doğru götürüyordu. Baktım. Bizim beyaz saçlı müzisyen...

Kaptan, etrafındakilere bir istintak hakimi olup olmadığını soruyordu. Benim küçük kamarota doğru sokuldum:
- Ne var, dedim. Galiba yangın, müzisyenin kamarasından çıkmış olacak?
- Bırakın Allah aşkına, dedi. Delinin biri olacak. Durup dururken yangın muhbirinin camını kırıp düğmeye basmış.
Kaptana yaklaştım:
- Ben, dedim. Antakya'ya yeni tayin edilen istintak hakimiyim. Eğer isterseniz ilk sorgusunu yapabilirim.

Tuhaftır şu insanlar doğrusu...

22 Ağustos 2014 Cuma

TÜRKİYE'DEKİ SURİYELİLER

Selam Dostlar,

Bugün size ülkemizdeki zorunlu misafirlerden bahsedeceğim. Bildiğiniz gibi artık Mersin'de yaşıyorum ve Mersin'de de Suriyeli misafirlerimiz oldukça fazla. Ben Arapçacı olduğum için kendileriyle konuşma fırsatını çokça buluyorum. Ayrıca burada Suriyelilerin açtığı bir yardımlaşma derneğinde Araplara Türkçe öğretiyorum.

Onları tanıdıkça Türkiye'nin onlar için ne anlama geldiğini daha iyi anlayabildim. Öğrencilerim arasında Avukat, Öğretmen, Doktor, İş Adamı gibi mesleklerden olanlar var. E tabi buraya gelmek zorunda kalınca malesef kendi mesleklerini burada icra edemiyorlar. Ne iş bulurlarsa orada çalışıyorlar. Onlar aslında çalışmaktan şikayetçi değiller. Ama itilip kakılmaları buradaki zorunlu misafirliklerini daha da zor hale getiriyor. Mersin'de çoğu insan onlarla konuşmuyor, arkadaşlık etmiyorlar. Komşuluk ilişkileri de yok malesef. Yabancı bir ülkede, daha da yabancılaştırılarak yalnız bırakılıyorlar.

İşte tam da bu aşamada soruyorum, ne oldu bizim misafirperverliğimize? Düşünün bir kere; Allah göstermesin, bizim ülkemizde de bir iç karışıklık oldu ve ya bir savaşa girdik ve mecburen Yunanistan'a sığınmak zorunda kaldık. Elin memleketi, bizi aşağılıyorlar, ev vermiyorlar, iş vermiyorlar. Ne yaparız o zaman? Lütfen kendinizi onların yerine koyun. Evlerini, işlerini, hayatlarını, bir kısmı da ailelerini orada bırakıp buraya sığınmışlar. Yakışır mı bize düşene bir daha vurmak?

Gaziantep'teki ev sahibini öldüren Suriyeli adamı duymuşsunuzdur. Ev sahibi kirasını almaya gitmiş adam da onu öldürmüş diye yansıdı basına. Antepli bir arkadaşımın anlattığı ise farklı, ev sahibi Suriyeli adamın karısına asılmış, adam da bunu hazmedememiş. Doğru yapmış demiyorum tabii ki. Keşke böyle bir olay hiç yaşanmasaydı. Fakat şu anda Suriyelilere uygulanan manevi bir linç girişimi var. Onların da içlerinde kötü insanlar vardır, tıpkı Türkler gibi. Hangimiz diyebiliriz, Türkler yüzde yüz ak sütten çıkma ak kaşık diye. Yok mu bizim içimizde de yüz karaları. Lütfen onların da hepsini aynı kefeye koyup, bize yakışmayacak muamelelerde bulunmayalım.

Dilerim bu yazımda biraz farkındalık oluşturmuşumdur. 

19 Ağustos 2014 Salı

MERSİN'DE İLK GEZİM

İlk gezimizi Erdemli'de bulunan Kanlıdivane denen tarihi bir yere yaptık ailemle beraber. Tarihi M.Ö. 3. yüzyıla kadar dayanan antik bir kent. Kocaman bir obruğun etrafına yerleşilmiş zamanında. Bu yere bu adın verilmesinin nedenini o obrukta bulunan vahşi hayvanlara suçluların atılıp yem edilmesinden geldiğini söylüyor buralılar. Bizans döneminden kalan kalıntılar da mevcut bu yerde.

Yine ben susayım resimlerim anlatsın burayı. 








Yiğenimle beraber iki fotoğraf makinası kullandık. Bundan dolayı resimlerin çoğu onda kaldı. Daha fazla resim paylaşmak isterdim sizlerle ancak olmadı. Bu resimlerin size fikir vereceğini umuyorum.

Bir başka gezi yazısında görüşmek üzere hoşçakalın.

10 Ağustos 2014 Pazar

EN SON OKUDUĞUM KİTAP - ZAHİR

Yoğun bir dönemden geçtiğimi söylemiştim size değil mi? O yoğunluk çok şükür bitti. Mersin'e geldim, evimi tuttum, yerleştim. O yoğun döneminde son okuduğum kitap Paulo Coelho'nun Zahir'i oldu. Yazar bence her kitabında kendini anlatıyor. Bu kanıya nasıl vardım derseniz, Paulo Coelho'nun biyografisini okumuştum. Elbette ki her yazar yazacağı hikayeye kendi hayatından bazı anılarını koyar. Ama bence Coelho özellikle Zahir'de tamamen kendini anlatmış gibi. Evlilik üzerine, evliliğin çöküşü üzerine, tutku  üzerine bir kitap bu. Neyse kitapta en beğendiğim kısmı paylaşayım sizlerle.

"Ester insanların neden üzgün olduğunu soruyor.
"Çok basit' diyor yaşlı adam. "Kendi hikayelerinin tutsağı onlar. Herkes yaşamın asıl anlamının bir planı izlemek olduğuna inanıyor. Bu planın  kendi planları mı olduğunu yoksa bir başkası için mi yapıldığını asla sorgulamıyorlar. Deneyimler, anılar, diğer insanların fikirlerini ve daha birçok şeyi topluyorlar ve bu belki de başa çıkabileceklerinden çok daha fazla oluyor. Ve işte bu nedenle hayallerini unutuyorlar. "